Mustafa OKULLU
Köşe Yazarı
Mustafa OKULLU
 

MEKKE'NİN FETHİ 1 OCAK 680

Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şe­hir... Dünyanın ve vahyin kalbi. Müslümanların kıblesi Kâbe'nin bulunduğu kutsal belde. İşte tüm ayrıntılarıyla Mekke'nin fethi... Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şe­hir... O Kâbe ki “Çok mübarek ve âlemlere hidayet olan Beyt’tir.”(1)Mübare­kiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i İlâhî’nin mücessem bir delili olmasın­dan ileri gelmektedir. İlk bânisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa et­mişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat te­melleri sâbit kalmıştı. Ebu’l-Enbiya [Peygamberlerin Babası] la­ka­bıyla anılan Hz. İbrahim, Allah’ın emir buyurma­sıyla, oğlu Hz. İs­mail’le bir­lik­te, bu temel üzerine Kâbe’yi yeniden inşa etmişler ve Kâbe “tevhid” inancı­nın yeniden mücessem bir sembolü olmuştu. Ancak yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, hâlâ, tevhid inancın­dan uzak yaşayan, hatta bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, münte­siplerini yok etmeye çalışan Ku­reyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin tam aksine, içi putlarla dolu duruyordu. Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı. Gayretullah’a dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim’in ruhanîyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalp ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübarek mâbedin ve bu mâbedin içinde bulunduğu Mekke’nin bir an evvel müşriklerin kirli elle­rinden kurtarılması gerekiyordu. Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu. Uzun zaman imkânlar ve şartlar buna elvermemişti; çünkü Müs­lümanlar henüz az ve zayıf bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gü­cüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik, Medine’nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi. Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslam’ın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu; aksi takdirde, bu yoldaki bir teşebbüs akim kalabilirdi. Bir işe teşebbüste zamanı ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygam­ber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenab-ı Hakk’ın müsait şartlar ih­san etmesini sabırla bekliyordu. Nihayet, Hicret’in 8. yılında İslam olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslam’ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudi­leri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Antlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskoca­man Bizans İmparatorluğu’na Mu’te Harbi’yle gözdağı verilmişti. Bütün bunlar, İslam’ın ve Müslümanların, önüne geçil­me­si imkânsız, bü­yük bir kuvvet halini almış olduğunu ortaya koyuyordu. Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve ge­rekli imkânları Cenab-ı Hak ihsan etmişti. Ancak ortada bir mani vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Antlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler on sene birbirle­riyle harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı. Ahde vefada zirve noktada bulunan Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, bu kutsî ga­yesi için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu. Zâhirî Sebep Kalplerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüz­den geçen her ar­zuyu bilip cevap veren Cenab-ı Hak, Sev­gili Resûlünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zaten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki se­ne evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti. Cenab-ı Hak, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Antlaşması’nın bir mad­desi, Ku­reyş’in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himâyesine girebilme hakkını tanıyordu.2]Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa ka­bilesi, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir kabilesi ise müşriklerin himâyesini kabul ederek onların tara­fını tutmuştu.[3] Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir hu­sumet vardı. İhtimal bu düşmanlık ne­ticesidir ki eskiden beri Pey­gam­be­ri­mi­zin dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’le an­laşmalı ve müttefik bulunan Huzaa­lılar, Hz. Re­sûl-i Ekrem’in safında yer alınca, Benî Bekir­ler de müşriklerin himâyesine gir­mişlerdi. Nübüvvet nurunun Mekke’de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabile, bu nur sâyesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çe­kiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhü’ne kadar devam ediyordu. Ancak bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyor­lardı. Bahaneler arayarak hadise çıkarma yoluna gidiyorlardı. Benî Bekirlerin, Huzaalılara Saldırması Bir gün, Benî Bekir kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Re­sû­lul­lah’ı hiciv ve tah­kire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekiroğulları, bunu, Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.[4]Ku­reyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî Be­kirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırı­dan Hu­deybiye Sulh Antlaşması gereğince emin bulunan Hu­zaalıların üzerine ansızın saldırırlar; hazırlıklı bulunma­yan Huzaalıları, ta Mek­ke’nin içine kadar kovalarlar, Ha­rem’­de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Netice­de, çar­pışma, Huzaalılardan yirmi üç kişinin öldürülmesiyle son bulur5] Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silah gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat bunu Pey­gamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı.[6]Ancak Huzaalılar, bun­ları tanımışlardı. Ku­reyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Antlaşması’nı resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat bunun Pey­gam­be­ri­miz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hatta korkuyorlardı. Pey­gam­be­ri­mizin, Durumu Haber Alması Aradan sadece üç gün geçmişti. Huzaalı Amr b. Sâlim, beraberinde kabilesinden kırk kişiyle Medine’ye ge­lerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arz etti ve yardım talebinde bulundu.[7] Peygamber Efendimiz, hadiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.[8] Ku­reyş müşrikleri, Benî Bekirlere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neti­celer doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti! ... Ve Allah, bu hadiseyi, Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâ­be-i Muazzama’da tekrar tevhid bayrağının dalgalanmasına zâhirî sebep kıldı. Müşriklere Verilen Ültimatom Resûl-i Ekrem, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi: “Ya Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hu­deybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harp etmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!” Ku­reyş’in, Teklifleri Reddetmesi Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, âkıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Pey­gam­be­ri­mizin ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de teyit etmiş oldular. Ancak hislerinden uzak kalıp me­seleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya baş­ladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim ne­ticeyi düşündükçe iman­dan mahrum kalplerini bir korku sardı. Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman ol­dular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye gön­der­di­ler. “Git, muahedeyi yenile, mütâreke müddetini de uzat” dediler.[9] Ebû Süfyan, Medine’de Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­miz­le görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Ant­laş­ma­sı’nın yenilen­mesini, hatta müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. An­cak son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak ola­ma­ya­caklardı. Çünkü Resûl-i Ekrem, daha henüz Ebû Süf­yan, Medine’ye gel­me­den, ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu: “Ebû Süfyan, Hudeybiye Antlaşması’nı takviye etmek ve mütâreke müdde­tini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna nâil olmadan öfkeyle geri dönecektir.”[10] Ebû Süfyan ve Kızı Ebû Süfyan, Medine’ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkma­dan önce, Ezvac-ı Tâhirat’tan olan kızı Hz. Üm­mü Habibe’nin evine gitti. Baba henüz iman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûl-i Ek­rem’in pâk zevcesi... Ebû Süfyan, Hz. Re­sû­lul­lah’ın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi. Ebû Süfyan, “Kızım” dedi. “Anlaya­madım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?” diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, “Bu, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) minderidir. Sen ise şirk içinde­sin! Senin gibi birisinin Re­sû­lul­lah’ın minderine oturmasına gönlüm asla râzı olamaz!”[11]diye cevap verdi. Evet, Allah ve Resûlünün hatır ve muhabbeti, her hatır ve muhabbetin üs­tündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatırıyla değiştirilemez; onlara muhabbet, sâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resûlüne olan samimi muhabbettir, emir ve nehiylerine ciddi hürmettir. Ebû Süfyan, kerimesinin bu hareketi üzerine, “Vallahi, kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra değişmişsin; sana kötülük gelmiş!” diyerek kızgınlığını ifade etti. Hz. Ümmü Habibe, “Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslami­ye­ti nasip et­ti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tap­mak­ta devam ediyor­sun!” dedikten sonra ilave etti: “Babacığım! Senin gibi, Ku­reyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslamiyete uzak kalır?” Ebû Süfyan’ın kızgınlığı daha da arttı. “Yazıklar olsun sana!” dedi. “Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapa­gel­diklerini bırakıp Muham­med’in dinine gireceğim, öyle mi?” dedi; sonra da, Hz. Ümmü Habibe’nin ya­nın­dan öfkeyle ayrıldı.[12] Ebû Süfyan’ın, Pey­gam­be­ri­mize Müracaatı Kerimesi Hz. Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrılan Ebû Süfyan, doğ­ruca Hz. Re­sû­lul­lah’ın yanına vardı. “Ey Muhammed!” dedi. “Hudeybiye Muahedesi’ni yenile ve mütâreke müd­detini de uzat!” Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Sen bunun için mi geldin?” diye sordu. Ebû Süfyan, “Evet, bunun için geldim!” Resûl-i Ekrem, “Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyo­ruz! Yoksa siz, bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” diye sordu. Ebû Süfyan, bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve “Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen muahede­nin yenilenmesini istiyoruz” diye, hiçbir şey olmamış gibi konuştu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine herhangi bir cevap vermeden sus­tuEbû Süfyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bun­dan nasıl kurtulabi­leceğini de bir türlü kestiremiyordu. Hz. Re­sû­lul­lah’tan herhangi bir cevap alamayınca, gidip Hz. Ebû Bekir’e baş­vurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Re­sû­lul­lah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi. Hz. Ebû Bekir, “Bu benim değil, Re­sû­lul­lah’ın bileceği, ona âit bir iştir. Ben, buna asla karışamam!” diye cevap verdi. Ebû Süfyan, “Öyle ise, beni himâyene al ve bunu halka bil­dir” dedi. Hz. Ebû Bekir, Hz. Re­sû­lul­lah’a sadâkatini bir kere daha belgeledi. “Benim himâyemde bulunanlar” dedi. “Re­sû­lul­lah’ın himâyesinde bulunanlardır!”[14] Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer’e başvurdu; “Muahe­deyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul!” dedi. Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle mevsuf Hz. Ömer, öfkeyle, “Demek, siz muahedeyi bozdunuz, öyle mi?” dedikten sonra ilave etti: “Eğer, ondan geride bir şey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gi­dip Re­sû­lul­lah’tan şefaat dilemeyeceğim! Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka bir şey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşı­rım!”[15] Ebû Süfyan’ın, Hz. Osman ile Hz. Ali’ye Başvurması Kendi kendine “Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün gör­medim!” diye mırıldanıp Hz. Ömer’in yanından ay­rılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman’ın yanına gitti. “Ey Osman!” dedi. “Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütârekeyi yenile ve müd­detini uzat! Çünkü sahibin seni hiçbir zaman reddetmez.” Hz. Osman, “Benim himâyemde bulunanlar, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) himâye­sinde bulunanlardır”[16]diyerek, bu hu­susta kendisine hiçbir yardımda buluna­mayacağını ifade etti. Ebû Süfyan’ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanı­yordu. Son şansını denemek üzere Hz. Ali’ye başvurdu. “Benim en yakım ak­ra­bamsın! Bu akrabalık hakkı için, Re­sû­lul­lah’­a gidip, bu muahede işinin yeni­lenmesi ve müddetinin uzatılması için şefaatçi ol!” dedi. Hz. Ali’nin de cevabı diğer ashab-ı kiramınkinden farklı olmadı. “Allah se­nin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!” dedi. “Vallahi, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bir işe ka­rar verdi mi onu mutlaka yapar! Bu, Re­sû­lul­lah’ı ilgilendiren bir iştir. Ben, onun hakkında asla bir hüküm veremem!”[17] Bunun üzerine Ebû Süfyan, yalvarır bir eda ile “Peki, ey Ali, bana bu hu­susta bir öğüt ver!” dedi. Hz. Ali, “Vallahi, ben, senin için bu hususta faydalı olacak bir şey bilmiyo­rum! Ama sen, Benî Kinânelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için, himâyene aldığını ilan et! Sonra da yurduna çık git!” dedi. Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan, bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı. “Evet, sen doğru söyledin! Ben, bunu yapmalıyım!” diyerek Hz. Ali’nin yanından ay­rı­lıp Mescid-i Nebevî’­ye vardı.[18] Ebû Süfyan, mânen yorgun ve bitkin idi. Üzerine aldığı meseleyi hallede­me­menin üzüntüsünü yaşıyordu. Mescid-i Nebevî’de ayakta dikildi ve “Ey in­san­lar! Ben, iki tarafı uzlaştırmak için onları himâyeme aldım; haberiniz ol­sun!” dedikten sonra ürkek ürkek ilave etti: “Muhammed’in, bu taahhüdümde bana vefasızlık edeceğini hiç sanmıyorum.” Sonra, tereddütler içinde bocalar bir bitkinlikle Efen­di­mizin yanına vardı. “Yâ Muhammed!” dedi. “Zannetmem ki bu himâye sözümü reddedesin!” Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylü­yorsun, ben değil!” buyurdu.[19] Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke’nin yolunu tut­tu. [20] Ebû Süfyan, Mekke’de Mekke’ye varan Ebû Süfyan’a Ku­reyşliler, “Neler yaptın, anlat bakalım!” dediler. Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın mah­cu­biyet ve ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı. Ku­reyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı! Fethe Hazırlık Resûl-i Ekrem Efendimiz, artık kat’î kararını vermişti: Sefere çıkılacak. An­cak bu kararını, daha doğrusu, Ku­reyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini, son derece gizli tutmak istiyor­du. Bu, onun başvurduğu bir tedbirdi. Bu tak­tiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvu­ruyordu. Çün­kü o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları imhaya değil! Tesli­me mecbur bı­rakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslam’a kayabilirdi. Böylece de iman nimetini elde etmiş olabilirlerdi! O halde, düşmanı tamamen imha et­mek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu. Bu sebepledir ki Mekke Seferi’nde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hatta Hz. Âişe Vâlidimize sadece, “Yol hazırlığımı yap” demekle yetiniyordu. Ayrıca bu seferde Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü Mekke-i Mükerreme gibi mübarek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbe-i Muazzama gibi yeryüzünün en şerefli ve faziletli binasını, kimseyi öldürmek­sizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duası da bu niyetinin açık ifadesiydi: “Allahım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Ku­reyş­lilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Beni, birdenbire görüp işit­sinler!”[21] Hatta Ku­reyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de, Ebû Katâde Hazretlerini askerî bir birlikle İzam vadisi tarafına gönderdi.[22]Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tara­fına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı. İşte, bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûl-i Ekrem Efen­di­miz, bir kısım ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmala­rını emir buyurdu.[23] O zamana kadar Medine etrafında İslamiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, “Allah’a ve ahiret gününe inanan, Ramazan başında Medine’de hazır bulunsun!” diye haber gönderdi.[24] Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyan birçok kabile, Ra­mazan ayı başında Medine-i Münevvere’ye gelmeye başladı. Medine’den Hareket Ramazan ayının ilk günleri idi. Gönülleri Allah ve Resûlünün muhabbetiyle coşup taşan on bin mücahit, Medine’de hazır bekliyordu.[25]Bunların yedi yüzü muhacirlerdendi. Beraber­le­rinde üç yüz at vardı. Ensarın mevcu­du ise dört bin idi. Onların da yanında beş yüz at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki kabilelerden gelen Müslü­manlar teşkil ediyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’de yerine Ebû Ruhm Külsüm b. Hu­sayn’ı vekil bıraktı.[26] Bu haliyle İslam ordusu, hareket için Hz. Re­sû­lul­lah’ın emrini bekliyordu. Müşriklere Gönderilen Haber İslam ordusu harekete hazır bekliyordu. Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Mik­dâd b. Esved’e şu emri verdi: “Süratle gidiniz! Hâh Bahçesi’ne vardığınızda, hayvan üzerinde, yanında mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getiri­niz!” Bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, üç sahabe, son sürat yol alıp Hâh Bahçesi’ne vararak orada kadını buldular. Kadına, “Yanındaki mektup nerede?” diye sordular. Kadın, “Benim yanımda mektup filan yok!” diye cevap verdi. Bunun üzerine kadının devesini ıhdırdılar. Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar, fakat mektup nâmına bir şey bulamadılar. Bunun üzerine Hz. Ali, kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, “Allah’a yemin ede­rim ki” dedi. “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), hiçbir zaman hilâf-ı hakikat konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü ba­şını arar, elbiseni çıkartırız!” Kadın, “Siz Müslüman değil misiniz?” dedi. Mücahitler, “Evet, Müslümanız; ama Re­sû­lul­lah (a.s.m.), bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi” diye konuştular. Kadın, kurtuluş çaresinin kalmadığını anlamıştı. Mücahit­le­re, “Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz” dedi. Sahabeler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali’ye uzattı. Vazifeli sahabeler, mektubu alıp Hz. Re­sû­lul­lah’a getirdiler. Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, “Bedir as­ha­bı”ndan olan Hâtıb b. Ebî Beltaa tarafından, müşriklere hitaben, Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı! Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Hatıb’ı huzuruna çağırdı. Hz. Hatıb gelince, mektup kendisine okundu. Resûl-i Ekrem, “Bu mektubu tanıdın mı?” diye sordu. “Evet, tanıdım!” dedi. “Bunu sen mi yazdın?” Hz. Hatıb inkâr etmedi: “Evet, ben yazdım!” Peygamber Efendimiz, “Bunu niçin yaptın?” diye sordu. Hz. Hatıb izah etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Ku­reyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke’de ailem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok. Ben, bunu, Ku­reyş ileri gelenlerini bir min­net altında bırakayım da ailemi korusunlar diye yaptım! Yoksa, bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah’a ve Resûlüne olan imanımda sâbitim!” Peygamber Efendimiz, “Doğru söyledin!” buyurdu; sonra ashabına döne­rek, “O, size doğru söyledi! Bunun hak­kında hayırdan başka bir şey söyleme­yiniz” dedi. Kendisini zapt edemeyen Hz. Ömer, “Bırak yâ Re­sû­lal­lah, şu münafığın boy­nunu vurayım!” dedi. Resûl-i Ekrem müsaade etmedi ve “O, Bedir Muharebesi’nde bulunmuştur! Ne bilirsin; belki Allah, Bedir Harbi’ne katılmış bulunanlara, savaş günü bakıp, ‘Siz istediğinizi yapınız; Ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacip olmuş, siz de cennete girmeye hak kazanmışsınız’ buyurmuştur” diye konuştu. Manzara karşısında Hz. Ömer’in gözleri doldu ve “Allah ve Resûlü her şeyi daha iyi bilir!” dedi. Bu hadise üzerine Cenab-ı Hak, şu ayet-i kerimeyi inzâl buyurarak mü’min­leri ikaz etti: “Ey iman edenler! Benim de, sizin de düşmanınız (olan­ları) dostlar edinme­yin! (Kendileriyle aranızdaki) sev­gi yüzünden onlara (Peygamberin maksa­dı­nı) ulaştırır­sınız (değil mi)? Hâlbuki onlar, Hakk’tan size gelene küfretmiş­ler­dir. Peygamberi de, sizi de Allah’a iman ediyorsunuz diye (yurtlarınızdan) çıka­rı­yor­lardı onlar... Eğer siz, benim yolumda savaşmak, benim rızamı ara­mak için çık­­mış­sanız (bunu yapmazsınız). Onlara hâlâ muhabbet mi gizleye­cek­si­niz? Hâl­buki ben, sizin gizlediğinizi de, açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçiniz­den kim bunu yaparsa, muhakkak ki hak yolun ta ortasından sapmış olur!” İslam Ordusu Fetih Yolunda Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, tek kalp gibi çarpan on bin kişilik muazzam İslam ordusuna hareket emri verdi. Medine’den çıkış Ramazan’ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem ve mücahitler oruçlu idiler. Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak fazlasıyla yorucu ve zahmetli idi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma çıkabilir, bir mukabeleyle de karşı karşıya kalabilirlerdi. Hâlbuki, harpte güç, kuvvet lâ­zım­dı. Oruç, mücahitleri bir noktada takatsiz hale getiriyordu. Ancak kendi başla­rına hareket edemezlerdi. Bu sebeple, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ne yapacağını bekli­yorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa devam mı edilecekti? İslam ordusu, Kudeyd mevkiine gelince, Peygamber Efendimiz, ikindi na­mazından sonra orucunu açtı ve ashabına da açmalarını emretti. Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katâde de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman ge­lip İslam ordusuna iltihak etti. Yine bu sırada Mekke’den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde İs­lam ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Pey­gam­be­ri­miz, kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise Medine’ye göndermesini em­ret­ti; sonra, “Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncususun!” buyurdu. Hz. Ab­bas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından ayrılmadı. Yolda Müslüman Olanlar Hz. Re­sû­lul­lah kumandasındaki İslam ordusu, bütün ihtişamıyla yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzurunda İslam’la şeref­lenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyanb. Ha­ris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye idi.36] Resûl-i Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifade ederek on­lardan yüz çevirdi; zira, bunlar, kendisiyle peygamberliğinden önce gayet sa­mimiyken risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman kesilmişlerdi, kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû Süfyan b. Ha­ris, Pey­gam­be­ri­mizi ve Müslümanları ağır dille hicvederdi. Yine Efendimizin ak­rabası olan Abdullah b. Ebî Ümeyye de, ona söz ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.[37] Ancak bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi; Efendimize, onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, yine “Onların ikisi de bana lâzım değildir!” diyerek kabul etmemekte ısrar ediyordu. Resûl-i Ekrem’in bu sözlerini duyan Ebû Süfyan b. Haris, elinde küçük oğlu Cafer olduğu halde, “Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helâk oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum!” diye konuştu. Şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin mübarek gönlü bu söz­le­re dayanamadı. Onları huzuruna davet ederek affetti. Böylece onlar da İsla­miyetle şereflendiler.[38] Ordunun Savaş Düzenine Girişi Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı var­dı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa’d b. Ebî Vak­kas... Ensarın ise, on iki bayraktarı vardı. İslam ordusunda ayrıca Eşcaların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda on dört de sancaktar vardı. Bunların üçü Mü­zey­nelerin, ikisi Eslemlerin, dördü Cüheynelerin, üçü Ka’boğullarının, ikisi ise Süleym­lerin idi.[39] İslam Ordusu, Merruzzahran’da Bundan sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Mer­ruz­zah­ran’­da konak­ladı.[40] Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece muvaffaki­yetle sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı. On Bin Ateş Merruzzahran vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzer­lerine ge­lişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücahide ateş yak­malarını emir buyurdu.[41] Bir anda on bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke’ye aydınlık saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet... Aralarından göç etmeye mecbur bırak­tıkları Kâinatın mânevî güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında on bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün ihtişamıyla parlıyordu, ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka haşmetle doğuyordu. Bu do­ğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak de­ğil­di, bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesi­ne inkişaf etmiş, büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek iste­dik­leri nur, nasıl böylesine kısa zamanda kendilerini sönük bir durumda bıra­kan azamet peydâ etmişti? Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı. İşte, Ku­reyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu on bin ateşlik muaz­zam manzarayla işin farkına vardı ve Mekke’nin çepeçevre sarıldığını anladı­lar. Peygamber Efendimizin, Koyun Güttüğünü Söylemesi İslam ordusu henüz Merruzzahran’dan ayrılmamıştı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, irak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı sahabelere emretti ve “Size, onların kararmış olanlarını top­la­manızı tavsiye ederim; çünkü en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!”[42]bu­yur­du. Sahabeler merakla, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu yemişin iyisini kö­tüsünü çobanlar bi­lir. Siz de koyun gütmüş müydünüz?” diye sordular. Resûl-i Ekrem, “Her peygamber, muhakkak koyun gütmüştür! Ben de Ec­yad’da (Mekke’de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib’in) koyunlarını ot­la­tırdım”[43]diye cevap verdi.[44] Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­mizin Huzurunda Bu arada, son derece korkup telâşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan’la birkaç kişiyi, durumu öğrenmek üze­re vazifelendirdiler. Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti, bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke’den çıktılar; İslam ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mü­cahitler tarafından yakalandılar. O esnada Hz. Abbas imdadına yetişme­sey­di mücahitler tarafından epey­ce hırpalanacaktı. Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arka­sın­dan Hz. Ömer de, eli kılıcının kabzasında olduğu halde huzur-u saa­dete girdi ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Allah, Ebû Süfyan’ı akidsiz ve ahidsiz ele geçir­mek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım!” dedi. Hz. Abbas müdahale etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, ona eman vermiş bulunuyo­rum!” Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi; aynı teklifi tekrarlayıp durdu. Hz. Abbas, “Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy b. Ka’boğulların­dan (Hz. Ömer’in kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin!” de­yince, Hz. Ömer bü­tün celâdetiyle, “Ey Ab­bas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman ol­saydı, ona, senin Müslüman olduğun gün Müslüman oluşuna sevindiğim ka­dar sevinmezdim! Zira, biliyorum ki Re­sû­lul­lah (a.s.m.) da, ba­bam Hattab Müs­lüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar se­vinmezdi”[46]di­ye konuştu. Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ebû Süf­yan’ı konak yerine götür; sabahleyin yanıma getir” sözleriyle sona erdirdi.[47] Ebû Süfyan’ın İslam’la Şereflenmesi Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı sabahleyin Resûl-i Ekrem Efen­dimizin hu­zuruna ge­tirdi. Resûl-i Ekrem, “Ey Ebû Süfyan! Henüz ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gel­medi mi?” diye sordu. Ebû Süfyan, zavallıca bir cevap verdi: “İyi, ama bu kadar putları ne yapa­yım? Lât ve Uzzâ’dan nasıl vazgeçeyim?” Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekli­yordu. Ebû Süf­yan’ın bu sözlerini duyunca, hiddetle, “Dua et ki çadırın içindesin; dışında ol­say­dın, asla bu sözü söyleyemezdin!” diye konuştu. Ebû Süfyan, “Ey Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra, ey Hattab’ın oğlu, ben sana gelmiş değilim; amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım!” dedi; Peygamber Efendimi­ze hita­ben de, “Babam anam sana feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şeref­lilikte ve akraba hakkını gözetmede daha üstünü yoktur” diye konuştu. Sonra bir müddet düşündü, durdu. Bu düşünce onu bir nebze hakka yaklaştırdı: “Vallahi, sanırım ki Allah’tan başka ilâh olmasa gerek! Çünkü Allah’la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı!” dedi.[48] Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden, onun, “Lâ ilâhe illallah” gerçeğini ka­bul ettiğine kanaat getirdi. Bu sefer, “Ey Ebû Süfyan! ‘Muhammedün Re­sû­lul­­lah’ diyeceğin za­man daha gelmedi mi?” di­ye sordu. Ebû Süfyan, bir an durakladı. İçindeki düğümü tam mana­sıyla çözemi­yor­du. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde: “Yâ Muhammed!” de­di. “Bunun için bana biraz müddet tanı; zira bundan dolayı zihnimde biraz ili­şik var.” Bu esnada Hz. Abbas söze karıştı: “Ey Ebû Süfyan!” dedi. “Yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptı­ğının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah’tan baş­ka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’­ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!” Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.[49] İmanının Âcil Mükâfatı Hz. Abbas, Hz. Re­sû­lul­lah’tan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını is­tedi. “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ebû Süf­yan, üstün tanınma­yı, övülmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir im­tiyaz verseniz!” Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Olur” buyurdu ve ilave etti: “Kim, Ebû Süf­yan’ın evine girerse, emindir!” Ebû Süfyan, “Evimin ne genişliği vardır ki?” diyerek, Pey­gamber Efendi­mizden bu lûtfunu genişletmesini istedi. Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim Kâbe’ye girer, sığınır ise, o emin­dir!” buyurdu. Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi; “Kâbe’nin ne genişliği var ki?” dedi. O zaman Peygamber Efendimiz, “Kim, Mescid-i Haram’a girer, sığınırsa, emindir!” buyurdu. Ebû Süfyan, bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu. “Mes­cid-i Haram’ın ne genişliği var ki?” diyerek bunu da ifa­de etti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu: “Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa, ona eman verilmiştir!”[50] Ebû Süfyan’ın artık bu hususta talep edecek bir şeyi kalmamıştı. “İşte, bu geniştir!” diyerek memnuniyetini iz­har etti.[51] Ebû Süfyan’ın, İslam Ordusunu Seyredişi Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan’ın hemen çıkıp Mekke’ye git­mesine müsaade etmedi. Her ne kadar iman etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslam ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslam ordusunu görmeli idi; ta ki bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin Ku­reyş müşriklerinde bulun­madığı kanaati kendisinde tamamıyla teşekkül etsin! Azametli orduyu görmeli idi ki kendilerine bir şey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın! Bunun için, Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas’a, “Ey Ab­bas! Ebû Süfyan’ı, va­dinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün!” diye emretti.[52] Hz. Abbas, bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan’ı vadinin en dar, geçişe en hâkim yerine götürdü. Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde, kol kol geçen muazzam İslam ordu­sunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas’a soruyordu; Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan’ın gözleri, nurani dalga­lar halinde akan mücahitler karşısında kamaşıyordu. Mekke’de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah’ın hıfz ve ina­yeti ile kurtulan Hz. Muhammed, nasıl böyle on binlerin kalp ve ruhunu fet­hetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadâkat elini uzatmış­lar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle mü­teel­lim olmuşlardı. Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında, Ebû Süf­yan, olanca dikkatiyle Hz. Re­sû­lul­lah’ı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas’a, “Muham­med (a.s.m.) geçti mi?” diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ih­tişamda olacağını biliyordu. Nihayet, Resûl-i Kibriya Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, hey­bet ve vakarı ile devesi Kas­vâ’nın üzerindeydi. Etrafını ensar ve muhacirler al­mıştı. Sancağı, ensardan Sa’d b. Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan’ın önünden, tüy­lerini ürpertircesine, tir tir titretircesine geçiyorlardı. Ebû Süfyan, olanca merakıyla, “Sübhanallah! Kimdir bunlar ey Abbas?” di­ye sordu. Hz. Abbas, “Re­sû­lul­lah! Etrafındakiler ise, ensar ve muhacirler!” diye cevap verdi.[53] Ebû Süfyan’ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi; kendisini tutamayarak, “Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş; hiçbir hükümdarda gör­mediğim bir saltanat!” dedi. Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, peygamberliktir!” diye tas­hih etti. Ebû Süfyan da, “Evet, peygamberliktir!”[54]diyerek kanaatini düzeltti. Ebû Süfyan, artık bu haşmetli, nurani, bir tek kalp halinde çarpan, tek el ha­lin­de kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı ko­ya­mayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı: “Ey Ab­bas! Ben şu âna kadar böyle bir ordu, böyle bir cemaat görmedim!” Bundan sonradır ki Mekkeli müşriklere hem haber ver­mek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatte bulunmak üzere Ebû Süfyan’ın Mekke’ye gitmesine müsaade edildi.[55] Ebû Süfyan, Mekke’de Ebû Süfyan, süratle Mekke’ye vardı, Müslüman olduğunu açıkladı; “Ey Ku­reyşliler! İşte, Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selamete eriniz!” dedi;[56]sonra da, “Kim, Ebû Süfyan’ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine ka­parsa, o emindir! Kim, Mescid-i Haram’a girer sığınırsa, o emindir!” diye olanca sesiyle bağırdı.[57] Fakat müşrik ileri gelenleri, hatta karısı Hind, bu davranışı karşısında Ebû 
Ekleme Tarihi: 30 Aralık 2017 - Cumartesi

MEKKE'NİN FETHİ 1 OCAK 680

Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şe­hir... Dünyanın ve vahyin kalbi. Müslümanların kıblesi Kâbe'nin bulunduğu kutsal belde. İşte tüm ayrıntılarıyla Mekke'nin fethi...

Mekke: Yeryüzünde tevhidin timsâli ilk mâbed olan Kâbe’nin bulunduğu şe­hir... O Kâbe ki “Çok mübarek ve âlemlere hidayet olan Beyt’tir.”(1)Mübare­kiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i İlâhî’nin mücessem bir delili olmasın­dan ileri gelmektedir. İlk bânisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa et­mişti. Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat te­melleri sâbit kalmıştı. Ebu’l-Enbiya [Peygamberlerin Babası] la­ka­bıyla anılan Hz. İbrahim, Allah’ın emir buyurma­sıyla, oğlu Hz. İs­mail’le bir­lik­te, bu temel üzerine Kâbe’yi yeniden inşa etmişler ve Kâbe “tevhid” inancı­nın yeniden mücessem bir sembolü olmuştu.

Ancak yeryüzünün bu en şerefli ve en faziletli binası, hâlâ, tevhid inancın­dan uzak yaşayan, hatta bu inancı var güçleriyle ortadan kaldırmaya, münte­siplerini yok etmeye çalışan Ku­reyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin tam aksine, içi putlarla dolu duruyordu.

Tevhid inancının ve bu inancın mümessili Müslümanların can düşmanları olan müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikap ediyorlardı.

Gayretullah’a dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. İbrahim’in ruhanîyetlerini rencide eden ve bütün Müslümanların kalp ve vicdanlarını derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması lâzımdı. Bu mübarek mâbedin ve bu mâbedin içinde bulunduğu Mekke’nin bir an evvel müşriklerin kirli elle­rinden kurtarılması gerekiyordu.

Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, bunu düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için bir yol arıyordu.

Uzun zaman imkânlar ve şartlar buna elvermemişti; çünkü Müs­lümanlar henüz az ve zayıf bir durumda bulunuyorlardı. Müslümanların mevcut gü­cüyle bunu elde etmek de oldukça zordu. Üstelik, Medine’nin her an düşman taarruzuna uğraması da muhtemeldi.

Bu gayenin bilfiil gerçekleşmesi için İslam’ın inkişaf etmesi, Müslümanların çoğalması, güç ve kuvvet kazanması gerekiyordu; aksi takdirde, bu yoldaki bir teşebbüs akim kalabilirdi.

Bir işe teşebbüste zamanı ve zemini değerlendirmeyi çok iyi bilen Peygam­ber Efendimiz, bu gayesinin tahakkuku için Cenab-ı Hakk’ın müsait şartlar ih­san etmesini sabırla bekliyordu.

Nihayet, Hicret’in 8. yılında İslam olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı. Bir taraftan İslam’ın en amansız düşmanlarından biri olan Hayber ve civar Yahudi­leri tabiiyet altına alınmış, bir taraftan en büyük bir fetih ve zafer olan Hudeybiye Antlaşması yapılmış ve yine bir başka taraftan o zamanın koskoca­man Bizans İmparatorluğu’na Mu’te Harbi’yle gözdağı verilmişti.

Bütün bunlar, İslam’ın ve Müslümanların, önüne geçil­me­si imkânsız, bü­yük bir kuvvet halini almış olduğunu ortaya koyuyordu.

Artık bu ulvî ve mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve ge­rekli imkânları Cenab-ı Hak ihsan etmişti.

Ancak ortada bir mani vardı. O da, müşriklerle yapılmış olan Hudeybiye Antlaşması idi. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla müşrikler on sene birbirle­riyle harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.

Ahde vefada zirve noktada bulunan Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, bu kutsî ga­yesi için de olsa ahdini bozup müşrikler üzerine yürümeyi düşünmüyordu.

Zâhirî Sebep

Kalplerimizin en ince noktasına nüfuz eden, gönlümüz­den geçen her ar­zuyu bilip cevap veren Cenab-ı Hak, Sev­gili Resûlünün de kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zaten ona bu gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki se­ne evvelinden de haber vermiş, müjdelemişti.

Cenab-ı Hak, bir sebep halketti: Hudeybiye Sulh Antlaşması’nın bir mad­desi, Ku­reyş’in dışında kalan kabilelere istediği tarafın himâyesine girebilme hakkını tanıyordu.2]Bu haktan istifadeyle, muahede yapıldığı sırada, Huzaa ka­bilesi, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ahd ve emanına girerek Müslümanlar tarafında yer almış, Benî Bekir kabilesi ise müşriklerin himâyesini kabul ederek onların tara­fını tutmuştu.[3]

Bu iki kabile arasında uzun zaman devam edip gelen bir düşmanlık, bir hu­sumet vardı. İhtimal bu düşmanlık ne­ticesidir ki eskiden beri Pey­gam­be­ri­mi­zin dedesi Ab­dül­mut­ta­lib’le an­laşmalı ve müttefik bulunan Huzaa­lılar, Hz. Re­sûl-i Ekrem’in safında yer alınca, Benî Bekir­ler de müşriklerin himâyesine gir­mişlerdi.

Nübüvvet nurunun Mekke’de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olan bu iki kabile, bu nur sâyesinde az da olsa birbirlerinden kanlı ellerini çe­kiyor ve bu çekiliş Hudeybiye Sulhü’ne kadar devam ediyordu. Ancak bu sulh devresinde tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyor­lardı. Bahaneler arayarak hadise çıkarma yoluna gidiyorlardı.

Benî Bekirlerin, Huzaalılara Saldırması

Bir gün, Benî Bekir kabilesinden biri, bir şiirle Hz. Re­sû­lul­lah’ı hiciv ve tah­kire yeltenir. Huzaalılardan bir genç buna tahammül edemez ve adamın başını yaralar. Durumu öğrenen Bekiroğulları, bunu, Huzaalılara saldırmak için bir sebep sayarlar.[4]Ku­reyş müşriklerinden de bir yardım alan Benî Be­kirler, her şeyden habersiz, Vetir denilen suyun başında ikamet eden ve böyle bir saldırı­dan Hu­deybiye Sulh Antlaşması gereğince emin bulunan Hu­zaalıların üzerine ansızın saldırırlar; hazırlıklı bulunma­yan Huzaalıları, ta Mek­ke’nin içine kadar kovalarlar, Ha­rem’­de bile adamlarını öldürmekten çekinmezler. Netice­de, çar­pışma, Huzaalılardan yirmi üç kişinin öldürülmesiyle son bulur5]

Çarpışmada müşrikler, Benî Bekirlere at, silah gibi yardımlarla kalmamış, ileri gelenlerinden birçoğu da bilfiil çarpışmaya katılmıştı. Fakat bunu Pey­gamber Efendimizden korkarak, gizli yapmışlardı.[6]Ancak Huzaalılar, bun­ları tanımışlardı.

Ku­reyş müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Antlaşması’nı resmen ihlâl etmiş oluyorlardı; fakat bunun Pey­gam­be­ri­miz tarafından bilinmesinden son derece endişe duyuyor, hatta korkuyorlardı.

Pey­gam­be­ri­mizin, Durumu Haber Alması

Aradan sadece üç gün geçmişti.

Huzaalı Amr b. Sâlim, beraberinde kabilesinden kırk kişiyle Medine’ye ge­lerek, durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arz etti ve yardım talebinde bulundu.[7]

Peygamber Efendimiz, hadiseden fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzaalılardan gelen heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri vaadiyle yurtlarına geri gönderdi.[8]

Ku­reyş müşrikleri, Benî Bekirlere yardım etmekle kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neti­celer doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık iş işten geçmişti!

... Ve Allah, bu hadiseyi, Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına, Kâ­be-i Muazzama’da tekrar tevhid bayrağının dalgalanmasına zâhirî sebep kıldı.

Müşriklere Verilen Ültimatom

Resûl-i Ekrem, durumun biraz daha açıklığa kavuşmasını istiyordu. Bunun için, müşriklere ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle dedi:

“Ya Huzaalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz yahut Benî Bekir kabilesiyle olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hu­deybiye Antlaşması’nı bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak da sizinle harp etmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz!”

Ku­reyş’in, Teklifleri Reddetmesi

Kibirden birer heykel kesilmiş müşrik ileri gelenleri, âkıbeti düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce Pey­gam­be­ri­mizin ilk iki teklifini kabul etmediler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece, muahedeyi fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle de teyit etmiş oldular. Ancak hislerinden uzak kalıp me­seleyi akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir telâş, bir korku kaplamaya baş­ladı. Yaptıkları hareketin doğuracağı vahim ne­ticeyi düşündükçe iman­dan mahrum kalplerini bir korku sardı. Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisine bu tarz cevap verdiklerine pişman ol­dular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan’ı Medine’ye gön­der­di­ler. “Git, muahedeyi yenile, mütâreke müddetini de uzat” dediler.[9]

Ebû Süfyan, Medine’de

Müşrik ileri gelenlerinin verdiği direktife göre Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­miz­le görüşüp, eski fikirlerinden vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Ant­laş­ma­sı’nın yenilen­mesini, hatta müddetin uzatılmasını temine çalışacaktı. An­cak son pişmanlık fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak ola­ma­ya­caklardı. Çünkü Resûl-i Ekrem, daha henüz Ebû Süf­yan, Medine’ye gel­me­den, ashabına işin neticesini haber verip şöyle buyuruyordu:

“Ebû Süfyan, Hudeybiye Antlaşması’nı takviye etmek ve mütâreke müdde­tini uzatmak için yanınıza gelmek üzeredir! Fakat bu arzusuna nâil olmadan öfkeyle geri dönecektir.”[10]

Ebû Süfyan ve Kızı

Ebû Süfyan, Medine’ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna çıkma­dan önce, Ezvac-ı Tâhirat’tan olan kızı Hz. Üm­mü Habibe’nin evine gitti.

Baba henüz iman etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı ise Hz. Resûl-i Ek­rem’in pâk zevcesi... Ebû Süfyan, Hz. Re­sû­lul­lah’ın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü Habibe buna müsaade etmedi. Ebû Süfyan, “Kızım” dedi. “Anlaya­madım! Sen minderi mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?” diye sordu. Hz. Ümmü Habibe, “Bu, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) minderidir. Sen ise şirk içinde­sin! Senin gibi birisinin Re­sû­lul­lah’ın minderine oturmasına gönlüm asla râzı olamaz!”[11]diye cevap verdi.

Evet, Allah ve Resûlünün hatır ve muhabbeti, her hatır ve muhabbetin üs­tündedir. Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik bir babanın hatırıyla değiştirilemez; onlara muhabbet, sâir muhabbetler için terk edilemez. Çünkü insana ebedî saadeti kazandıran, Allah ve Resûlüne olan samimi muhabbettir, emir ve nehiylerine ciddi hürmettir.

Ebû Süfyan, kerimesinin bu hareketi üzerine, “Vallahi, kızım, sen yanımdan ayrıldıktan sonra değişmişsin; sana kötülük gelmiş!” diyerek kızgınlığını ifade etti.

Hz. Ümmü Habibe, “Hayır! Allah, bana kötülüğü değil, İslami­ye­ti nasip et­ti. Sen ise, işitmez, görmez, taştan yontulmuş puta tap­mak­ta devam ediyor­sun!” dedikten sonra ilave etti: “Babacığım! Senin gibi, Ku­reyşlilerin büyüğü bir kimse, nasıl olur da İslamiyete uzak kalır?”

Ebû Süfyan’ın kızgınlığı daha da arttı. “Yazıklar olsun sana!” dedi. “Senden bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın tapa­gel­diklerini bırakıp Muham­med’in dinine gireceğim, öyle mi?” dedi; sonra da, Hz. Ümmü Habibe’nin ya­nın­dan öfkeyle ayrıldı.[12]

Ebû Süfyan’ın, Pey­gam­be­ri­mize Müracaatı

Kerimesi Hz. Ümmü Habibe’nin yanından öfkeyle ayrılan Ebû Süfyan, doğ­ruca Hz. Re­sû­lul­lah’ın yanına vardı.

“Ey Muhammed!” dedi. “Hudeybiye Muahedesi’ni yenile ve mütâreke müd­detini de uzat!”

Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Sen bunun için mi geldin?” diye sordu.

Ebû Süfyan, “Evet, bunun için geldim!”

Resûl-i Ekrem, “Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyo­ruz! Yoksa siz, bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” diye sordu.

Ebû Süfyan, bir an durakladı. Ne diyeceğini o anda kestiremedi. Sonunda cesaretini topladı ve “Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen muahede­nin yenilenmesini istiyoruz” diye, hiçbir şey olmamış gibi konuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine herhangi bir cevap vermeden sus­tuEbû Süfyan, çıkmaz bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bun­dan nasıl kurtulabi­leceğini de bir türlü kestiremiyordu.

Hz. Re­sû­lul­lah’tan herhangi bir cevap alamayınca, gidip Hz. Ebû Bekir’e baş­vurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve bu hususta Hz. Re­sû­lul­lah ile kendisi arasında tavassut etmesini istedi.

Hz. Ebû Bekir, “Bu benim değil, Re­sû­lul­lah’ın bileceği, ona âit bir iştir. Ben, buna asla karışamam!” diye cevap verdi.

Ebû Süfyan, “Öyle ise, beni himâyene al ve bunu halka bil­dir” dedi.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Re­sû­lul­lah’a sadâkatini bir kere daha belgeledi. “Benim himâyemde bulunanlar” dedi. “Re­sû­lul­lah’ın himâyesinde bulunanlardır!”[14]

Ebû Süfyan, ümitsiz bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer’e başvurdu; “Muahe­deyi yenilemeye çalış, halkın arasını bul!” dedi.

Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle mevsuf Hz. Ömer, öfkeyle, “Demek, siz muahedeyi bozdunuz, öyle mi?” dedikten sonra ilave etti: “Eğer, ondan geride bir şey kalmışsa, Allah onu da bir an evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gi­dip Re­sû­lul­lah’tan şefaat dilemeyeceğim! Vallahi, ben küçük bir karıncadan başka bir şey bulamazsam bile, o karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşı­rım!”[15]

Ebû Süfyan’ın, Hz. Osman ile Hz. Ali’ye Başvurması

Kendi kendine “Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin bir gün gör­medim!” diye mırıldanıp Hz. Ömer’in yanından ay­rılan Ebû Süfyan, doğruca Hz. Osman’ın yanına gitti. “Ey Osman!” dedi. “Bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın sensin. Ne olur, şu mütârekeyi yenile ve müd­detini uzat! Çünkü sahibin seni hiçbir zaman reddetmez.”

Hz. Osman, “Benim himâyemde bulunanlar, Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) himâye­sinde bulunanlardır”[16]diyerek, bu hu­susta kendisine hiçbir yardımda buluna­mayacağını ifade etti.

Ebû Süfyan’ın içi, müracaatlarının neticesiz kalmasından için için yanı­yordu. Son şansını denemek üzere Hz. Ali’ye başvurdu. “Benim en yakım ak­ra­bamsın! Bu akrabalık hakkı için, Re­sû­lul­lah’­a gidip, bu muahede işinin yeni­lenmesi ve müddetinin uzatılması için şefaatçi ol!” dedi.

Hz. Ali’nin de cevabı diğer ashab-ı kiramınkinden farklı olmadı. “Allah se­nin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!” dedi. “Vallahi, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bir işe ka­rar verdi mi onu mutlaka yapar! Bu, Re­sû­lul­lah’ı ilgilendiren bir iştir. Ben, onun hakkında asla bir hüküm veremem!”[17]

Bunun üzerine Ebû Süfyan, yalvarır bir eda ile “Peki, ey Ali, bana bu hu­susta bir öğüt ver!” dedi.

Hz. Ali, “Vallahi, ben, senin için bu hususta faydalı olacak bir şey bilmiyo­rum! Ama sen, Benî Kinânelerin büyüğüsün. Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için, himâyene aldığını ilan et! Sonra da yurduna çık git!” dedi.

Çaresiz ve bitkin Ebû Süfyan, bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı. “Evet, sen doğru söyledin! Ben, bunu yapmalıyım!” diyerek Hz. Ali’nin yanından ay­rı­lıp Mescid-i Nebevî’­ye vardı.[18]

Ebû Süfyan, mânen yorgun ve bitkin idi. Üzerine aldığı meseleyi hallede­me­menin üzüntüsünü yaşıyordu. Mescid-i Nebevî’de ayakta dikildi ve “Ey in­san­lar! Ben, iki tarafı uzlaştırmak için onları himâyeme aldım; haberiniz ol­sun!” dedikten sonra ürkek ürkek ilave etti: “Muhammed’in, bu taahhüdümde bana vefasızlık edeceğini hiç sanmıyorum.” Sonra, tereddütler içinde bocalar bir bitkinlikle Efen­di­mizin yanına vardı. “Yâ Muhammed!” dedi. “Zannetmem ki bu himâye sözümü reddedesin!”

Peygamber Efendimiz, “Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylü­yorsun, ben değil!” buyurdu.[19]

Ebû Süfyan meseleyi anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde devesine zar zor atlayarak Mekke’nin yolunu tut­tu.

[20]

Ebû Süfyan, Mekke’de

Mekke’ye varan Ebû Süfyan’a Ku­reyşliler, “Neler yaptın, anlat bakalım!” dediler.

Ebû Süfyan, kötü bir elçilik yapmış olmanın mah­cu­biyet ve ezikliği içinde, olup bitenleri olduğu gibi anlattı.

Ku­reyş müşriklerinin korkuları bir kat daha arttı!

Fethe Hazırlık

Resûl-i Ekrem Efendimiz, artık kat’î kararını vermişti: Sefere çıkılacak. An­cak bu kararını, daha doğrusu, Ku­reyş müşriklerinin üzerine yürüme fikrini, son derece gizli tutmak istiyor­du. Bu, onun başvurduğu bir tedbirdi. Bu tak­tiğe, düşmana hazırlanma fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebni olarak başvu­ruyordu. Çün­kü o, her şeyden evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve hakikati tebliğe memurdu, insanları imhaya değil! Tesli­me mecbur bı­rakıldıkları takdirde içlerinden birçoğunun gönlü İslam’a kayabilirdi. Böylece de iman nimetini elde etmiş olabilirlerdi! O halde, düşmanı tamamen imha et­mek yerine ona galebe etmek, onun ulvî gayesine daha uygundu.

Bu sebepledir ki Mekke Seferi’nde de maksadını son derece gizli tutuyordu. Hatta Hz. Âişe Vâlidimize sadece, “Yol hazırlığımı yap” demekle yetiniyordu. Ayrıca bu seferde Efendimiz, gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü Mekke-i Mükerreme gibi mübarek bir beldeye kan akıtmadan girmek, Kâbe-i Muazzama gibi yeryüzünün en şerefli ve faziletli binasını, kimseyi öldürmek­sizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duası da bu niyetinin açık ifadesiydi:

“Allahım! Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar, Ku­reyş­lilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Beni, birdenbire görüp işit­sinler!”[21]

Hatta Ku­reyş müşriklerinin üzerine değil de Necid tarafıyla meşgul olmak istiyormuş intibaını vermek için de, Ebû Katâde Hazretlerini askerî bir birlikle İzam vadisi tarafına gönderdi.[22]Böylece, Mekke tarafına değil de, Necid tara­fına gidecekmiş tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi bir endişe duymayacakları gibi herhangi bir hazırlığa da kalkışmayacaklardı.

İşte, bütün bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûl-i Ekrem Efen­di­miz, bir kısım ashabına Mekke üzerine sefere çıkılacağını haber verdi ve hazırlanmala­rını emir buyurdu.[23]

O zamana kadar Medine etrafında İslamiyetle müşerref olmuş birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara da, “Allah’a ve ahiret gününe inanan, Ramazan başında Medine’de hazır bulunsun!” diye haber gönderdi.[24]

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyan birçok kabile, Ra­mazan ayı başında Medine-i Münevvere’ye gelmeye başladı.

Medine’den Hareket

Ramazan ayının ilk günleri idi.

Gönülleri Allah ve Resûlünün muhabbetiyle coşup taşan on bin mücahit, Medine’de hazır bekliyordu.[25]Bunların yedi yüzü muhacirlerdendi. Beraber­le­rinde üç yüz at vardı. Ensarın mevcu­du ise dört bin idi. Onların da yanında beş yüz at vardı. Geri kalan asker sayısını, etraftaki kabilelerden gelen Müslü­manlar teşkil ediyordu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’de yerine Ebû Ruhm Külsüm b. Hu­sayn’ı vekil bıraktı.[26]

Bu haliyle İslam ordusu, hareket için Hz. Re­sû­lul­lah’ın emrini bekliyordu.

Müşriklere Gönderilen Haber

İslam ordusu harekete hazır bekliyordu.

Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Mik­dâd b. Esved’e şu emri verdi:

“Süratle gidiniz! Hâh Bahçesi’ne vardığınızda, hayvan üzerinde, yanında mektup bulunan bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan alıp bana getiri­niz!”

Bu emrin sebebini sormaya gerek duymadan, üç sahabe, son sürat yol alıp Hâh Bahçesi’ne vararak orada kadını buldular.

Kadına, “Yanındaki mektup nerede?” diye sordular.

Kadın, “Benim yanımda mektup filan yok!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine kadının devesini ıhdırdılar. Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar, fakat mektup nâmına bir şey bulamadılar.

Bunun üzerine Hz. Ali, kılıcını sıyırdı ve kadına hiddetle, “Allah’a yemin ede­rim ki” dedi. “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), hiçbir zaman hilâf-ı hakikat konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü ba­şını arar, elbiseni çıkartırız!”

Kadın, “Siz Müslüman değil misiniz?” dedi.

Mücahitler, “Evet, Müslümanız; ama Re­sû­lul­lah (a.s.m.), bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi” diye konuştular.

Kadın, kurtuluş çaresinin kalmadığını anlamıştı. Mücahit­le­re, “Yüzünüzü başka tarafa çeviriniz” dedi.

Sahabeler yüzlerini çevirince de, başının örgülü saçlarını çözdü. Mektubu oradan çıkarıp Hz. Ali’ye uzattı.

Vazifeli sahabeler, mektubu alıp Hz. Re­sû­lul­lah’a getirdiler.

Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı. Çünkü mektup, “Bedir as­ha­bı”ndan olan Hâtıb b. Ebî Beltaa tarafından, müşriklere hitaben, Peygamber Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere yazılmıştı!

Peygamber Efendimiz, derhal Hz. Hatıb’ı huzuruna çağırdı.

Hz. Hatıb gelince, mektup kendisine okundu.

Resûl-i Ekrem, “Bu mektubu tanıdın mı?” diye sordu.

“Evet, tanıdım!” dedi.

“Bunu sen mi yazdın?”

Hz. Hatıb inkâr etmedi: “Evet, ben yazdım!”

Peygamber Efendimiz, “Bunu niçin yaptın?” diye sordu.

Hz. Hatıb izah etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Ku­reyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke’de ailem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok. Ben, bunu, Ku­reyş ileri gelenlerini bir min­net altında bırakayım da ailemi korusunlar diye yaptım! Yoksa, bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah’a ve Resûlüne olan imanımda sâbitim!”

Peygamber Efendimiz, “Doğru söyledin!” buyurdu; sonra ashabına döne­rek, “O, size doğru söyledi! Bunun hak­kında hayırdan başka bir şey söyleme­yiniz” dedi.

Kendisini zapt edemeyen Hz. Ömer, “Bırak yâ Re­sû­lal­lah, şu münafığın boy­nunu vurayım!” dedi.

Resûl-i Ekrem müsaade etmedi ve “O, Bedir Muharebesi’nde bulunmuştur! Ne bilirsin; belki Allah, Bedir Harbi’ne katılmış bulunanlara, savaş günü bakıp, ‘Siz istediğinizi yapınız; Ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacip olmuş, siz de cennete girmeye hak kazanmışsınız’ buyurmuştur” diye konuştu.

Manzara karşısında Hz. Ömer’in gözleri doldu ve “Allah ve Resûlü her şeyi daha iyi bilir!” dedi.

Bu hadise üzerine Cenab-ı Hak, şu ayet-i kerimeyi inzâl buyurarak mü’min­leri ikaz etti:

“Ey iman edenler! Benim de, sizin de düşmanınız (olan­ları) dostlar edinme­yin! (Kendileriyle aranızdaki) sev­gi yüzünden onlara (Peygamberin maksa­dı­nı) ulaştırır­sınız (değil mi)? Hâlbuki onlar, Hakk’tan size gelene küfretmiş­ler­dir. Peygamberi de, sizi de Allah’a iman ediyorsunuz diye (yurtlarınızdan) çıka­rı­yor­lardı onlar... Eğer siz, benim yolumda savaşmak, benim rızamı ara­mak için çık­­mış­sanız (bunu yapmazsınız). Onlara hâlâ muhabbet mi gizleye­cek­si­niz? Hâl­buki ben, sizin gizlediğinizi de, açıkladığınızı da çok iyi bilenim. İçiniz­den kim bunu yaparsa, muhakkak ki hak yolun ta ortasından sapmış olur!”

İslam Ordusu Fetih Yolunda

Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, tek kalp gibi çarpan on bin kişilik muazzam İslam ordusuna hareket emri verdi.

Medine’den çıkış Ramazan’ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem ve mücahitler oruçlu idiler.

Hava oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında yol almak fazlasıyla yorucu ve zahmetli idi. Dayanılacak gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma çıkabilir, bir mukabeleyle de karşı karşıya kalabilirlerdi. Hâlbuki, harpte güç, kuvvet lâ­zım­dı. Oruç, mücahitleri bir noktada takatsiz hale getiriyordu. Ancak kendi başla­rına hareket edemezlerdi. Bu sebeple, Hz. Re­sû­lul­lah’ın ne yapacağını bekli­yorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa devam mı edilecekti?

İslam ordusu, Kudeyd mevkiine gelince, Peygamber Efendimiz, ikindi na­mazından sonra orucunu açtı ve ashabına da açmalarını emretti.

Bu arada, sekiz kişilik bir birlik ve Necid tarafına gönderilmiş bulunan Ebû Katâde de gelip orduya katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok Müslüman ge­lip İslam ordusuna iltihak etti.

Yine bu sırada Mekke’den gelen Hz. Abbas, ailesiyle Cuhfe mevkiinde İs­lam ordusuyla karşılaştı. Bundan son derece memnun olan Pey­gam­be­ri­miz, kendisinin yanında kalmasını, ağırlıklarını ise Medine’ye göndermesini em­ret­ti; sonra, “Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncususun!” buyurdu. Hz. Ab­bas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından ayrılmadı.

Yolda Müslüman Olanlar

Hz. Re­sû­lul­lah kumandasındaki İslam ordusu, bütün ihtişamıyla yoluna devam ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzurunda İslam’la şeref­lenenler oldu. Bunlar, Peygamber Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyanb. Ha­ris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye idi.36]

Resûl-i Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek istemediğini ifade ederek on­lardan yüz çevirdi; zira, bunlar, kendisiyle peygamberliğinden önce gayet sa­mimiyken risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer düşman kesilmişlerdi, kendisine sözle eziyet ve hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû Süfyan b. Ha­ris, Pey­gam­be­ri­mizi ve Müslümanları ağır dille hicvederdi. Yine Efendimizin ak­rabası olan Abdullah b. Ebî Ümeyye de, ona söz ve hareketleriyle rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer almıştı.[37]

Ancak bütün bunlara rağmen, araya Hz. Ümmü Seleme girdi; Efendimize, onlardan yüz çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, yine “Onların ikisi de bana lâzım değildir!” diyerek kabul etmemekte ısrar ediyordu.

Resûl-i Ekrem’in bu sözlerini duyan Ebû Süfyan b. Haris, elinde küçük oğlu Cafer olduğu halde, “Vallahi, yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helâk oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp dururum!” diye konuştu.

Şefkat ve merhamet timsâli Peygamber Efendimizin mübarek gönlü bu söz­le­re dayanamadı. Onları huzuruna davet ederek affetti. Böylece onlar da İsla­miyetle şereflendiler.[38]

Ordunun Savaş Düzenine Girişi

Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz, burada ordusunu savaş düzenine koydu; sancaklar ve bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç bayraktarı var­dı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam ve Hz. Sa’d b. Ebî Vak­kas... Ensarın ise, on iki bayraktarı vardı. İslam ordusunda ayrıca Eşcaların bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda on dört de sancaktar vardı. Bunların üçü Mü­zey­nelerin, ikisi Eslemlerin, dördü Cüheynelerin, üçü Ka’boğullarının, ikisi ise Süleym­lerin idi.[39]

İslam Ordusu, Merruzzahran’da

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Mer­ruz­zah­ran’­da konak­ladı.[40]

Peygamber Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece muvaffaki­yetle sürmüş, Mekkeliler en küçük bir haber dahi alamamışlardı.

On Bin Ateş

Merruzzahran vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna kadar üzer­lerine ge­lişinden haberi olmayan Mekkeli müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücahide ateş yak­malarını emir buyurdu.[41]

Bir anda on bin ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara Mekke’ye aydınlık saçtı; müşriklere ise korku ve dehşet... Aralarından göç etmeye mecbur bırak­tıkları Kâinatın mânevî güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında on bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün ihtişamıyla parlıyordu, ruh ve gönülleri ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka haşmetle doğuyordu. Bu do­ğuşa müşrikler hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak de­ğil­di, bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda nasıl böylesi­ne inkişaf etmiş, büyümüş ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek iste­dik­leri nur, nasıl böylesine kısa zamanda kendilerini sönük bir durumda bıra­kan azamet peydâ etmişti? Akıllara hayret veren bu şahlanışın sırrını bir türlü çözemiyorlardı.

İşte, Ku­reyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran bu on bin ateşlik muaz­zam manzarayla işin farkına vardı ve Mekke’nin çepeçevre sarıldığını anladı­lar.

Peygamber Efendimizin, Koyun Güttüğünü Söylemesi

İslam ordusu henüz Merruzzahran’dan ayrılmamıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, irak denilen misvak ağaçlarının yemişlerinden toplamalarını bazı sahabelere emretti ve “Size, onların kararmış olanlarını top­la­manızı tavsiye ederim; çünkü en tatlı olanları, onların kararmışlarıdır!”[42]bu­yur­du.

Sahabeler merakla, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu yemişin iyisini kö­tüsünü çobanlar bi­lir. Siz de koyun gütmüş müydünüz?” diye sordular.

Resûl-i Ekrem, “Her peygamber, muhakkak koyun gütmüştür! Ben de Ec­yad’da (Mekke’de bir mevki) ev halkımın (amcası Ebû Tâlib’in) koyunlarını ot­la­tırdım”[43]diye cevap verdi.[44]

Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­mizin Huzurunda

Bu arada, son derece korkup telâşa kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan’la birkaç kişiyi, durumu öğrenmek üze­re vazifelendirdiler.

Ebû Süfyan ve beraberindekiler, bir gece vakti, bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke’den çıktılar; İslam ordusu karargâhına yaklaştıkları bir sırada mü­cahitler tarafından yakalandılar. O esnada Hz. Abbas imdadına yetişme­sey­di mücahitler tarafından epey­ce hırpalanacaktı.

Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arka­sın­dan Hz. Ömer de, eli kılıcının kabzasında olduğu halde huzur-u saa­dete girdi ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Allah, Ebû Süfyan’ı akidsiz ve ahidsiz ele geçir­mek imkân ve fırsatını verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım!” dedi.

Hz. Abbas müdahale etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, ona eman vermiş bulunuyo­rum!”

Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden vazgeçmedi; aynı teklifi tekrarlayıp durdu.

Hz. Abbas, “Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan, Adiyy b. Ka’boğulların­dan (Hz. Ömer’in kabilesi) olsaydı böyle söylemezdin!” de­yince, Hz. Ömer bü­tün celâdetiyle, “Ey Ab­bas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup da Müslüman ol­saydı, ona, senin Müslüman olduğun gün Müslüman oluşuna sevindiğim ka­dar sevinmezdim! Zira, biliyorum ki Re­sû­lul­lah (a.s.m.) da, ba­bam Hattab Müs­lüman olsaydı, senin Müslüman oluşuna sevindiği kadar se­vinmezdi”[46]di­ye konuştu.

Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, “Ey Abbas! Ebû Süf­yan’ı konak yerine götür; sabahleyin yanıma getir” sözleriyle sona erdirdi.[47]

Ebû Süfyan’ın İslam’la Şereflenmesi

Hz. Abbas, Ebû Süfyan’ı sabahleyin Resûl-i Ekrem Efen­dimizin hu­zuruna ge­tirdi.

Resûl-i Ekrem, “Ey Ebû Süfyan! Henüz ‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceğin vakit gel­medi mi?” diye sordu.

Ebû Süfyan, zavallıca bir cevap verdi: “İyi, ama bu kadar putları ne yapa­yım? Lât ve Uzzâ’dan nasıl vazgeçeyim?”

Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında bekli­yordu. Ebû Süf­yan’ın bu sözlerini duyunca, hiddetle, “Dua et ki çadırın içindesin; dışında ol­say­dın, asla bu sözü söyleyemezdin!” diye konuştu.

Ebû Süfyan, “Ey Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi sertsin. Hem sonra, ey Hattab’ın oğlu, ben sana gelmiş değilim; amcamın oğluna gelmişim. Onunla konuşacağım. Bırak da konuşalım!” dedi; Peygamber Efendimi­ze hita­ben de, “Babam anam sana feda olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta, şeref­lilikte ve akraba hakkını gözetmede daha üstünü yoktur” diye konuştu. Sonra bir müddet düşündü, durdu. Bu düşünce onu bir nebze hakka yaklaştırdı: “Vallahi, sanırım ki Allah’tan başka ilâh olmasa gerek! Çünkü Allah’la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı!” dedi.[48]

Peygamber Efendimiz, bu sözlerinden, onun, “Lâ ilâhe illallah” gerçeğini ka­bul ettiğine kanaat getirdi. Bu sefer, “Ey Ebû Süfyan! ‘Muhammedün Re­sû­lul­­lah’ diyeceğin za­man daha gelmedi mi?” di­ye sordu.

Ebû Süfyan, bir an durakladı. İçindeki düğümü tam mana­sıyla çözemi­yor­du. Nereden geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde: “Yâ Muhammed!” de­di. “Bunun için bana biraz müddet tanı; zira bundan dolayı zihnimde biraz ili­şik var.”

Bu esnada Hz. Abbas söze karıştı:

“Ey Ebû Süfyan!” dedi. “Yazıklar olsun sana! Aklını başına topla! Ne yaptı­ğının farkında mısın? Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah’tan baş­ka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’­ın Resûlü olduğuna şehâdet getir!”

Bunun üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip Müslüman oldu.[49]

İmanının Âcil Mükâfatı

Hz. Abbas, Hz. Re­sû­lul­lah’tan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz tanımasını is­tedi. “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ebû Süf­yan, üstün tanınma­yı, övülmeyi seven bir insandır. Ona iftihar vesilesi olacak bir im­tiyaz verseniz!”

Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Olur” buyurdu ve ilave etti: “Kim, Ebû Süf­yan’ın evine girerse, emindir!”

Ebû Süfyan, “Evimin ne genişliği vardır ki?” diyerek, Pey­gamber Efendi­mizden bu lûtfunu genişletmesini istedi.

Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim Kâbe’ye girer, sığınır ise, o emin­dir!” buyurdu.

Ebû Süfyan buna da kanaat etmedi; “Kâbe’nin ne genişliği var ki?” dedi.

O zaman Peygamber Efendimiz, “Kim, Mescid-i Haram’a girer, sığınırsa, emindir!” buyurdu.

Ebû Süfyan, bu ihsan dairesinin daha da geniş tutulmasını istiyordu. “Mes­cid-i Haram’ın ne genişliği var ki?” diyerek bunu da ifa­de etti.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, lütuf ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde tuttu: “Kim, kapısını üzerine kapayıp evinde oturursa, ona eman verilmiştir!”[50]

Ebû Süfyan’ın artık bu hususta talep edecek bir şeyi kalmamıştı. “İşte, bu geniştir!” diyerek memnuniyetini iz­har etti.[51]

Ebû Süfyan’ın, İslam Ordusunu Seyredişi

Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyan’ın hemen çıkıp Mekke’ye git­mesine müsaade etmedi. Her ne kadar iman etmişse de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp İslam ordusuna karşı bir hareket hazırlığı içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslam ordusunu görmeli idi; ta ki bu orduya karşı koyacak güç ve kuvvetin Ku­reyş müşriklerinde bulun­madığı kanaati kendisinde tamamıyla teşekkül etsin! Azametli orduyu görmeli idi ki kendilerine bir şey kazandırmayacak, sadece kanlarının akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye çalışsın!

Bunun için, Peygamber Efendimiz, Hz. Abbas’a, “Ey Ab­bas! Ebû Süfyan’ı, va­dinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını görsün!” diye emretti.[52]

Hz. Abbas, bu emr-i Nebevî üzerine Ebû Süfyan’ı vadinin en dar, geçişe en hâkim yerine götürdü.

Ebû Süfyan, hayret ve haşyet içinde, kol kol geçen muazzam İslam ordu­sunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz. Abbas’a soruyordu; Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû Süfyan’ın gözleri, nurani dalga­lar halinde akan mücahitler karşısında kamaşıyordu.

Mekke’de öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden Allah’ın hıfz ve ina­yeti ile kurtulan Hz. Muhammed, nasıl böyle on binlerin kalp ve ruhunu fet­hetmiş ve etrafında birer pervane gibi döndürmeyi başarabilmişti? Daha düne kadar kendi saflarında ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadâkat elini uzatmış­lar, onun muhabbetinde erimişler, onun derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle mü­teel­lim olmuşlardı.

Dalga dalga geçen alaylar, taburlar arasında, Ebû Süf­yan, olanca dikkatiyle Hz. Re­sû­lul­lah’ı arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas’a, “Muham­med (a.s.m.) geçti mi?” diye soruyordu. Onun geçişinin bir başka azamette, ih­tişamda olacağını biliyordu.

Nihayet, Resûl-i Kibriya Efendimizin arasında bulunduğu, tepeden tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın Efendisi, kendisine mahsus azamet, hey­bet ve vakarı ile devesi Kas­vâ’nın üzerindeydi. Etrafını ensar ve muhacirler al­mıştı. Sancağı, ensardan Sa’d b. Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan’ın önünden, tüy­lerini ürpertircesine, tir tir titretircesine geçiyorlardı.

Ebû Süfyan, olanca merakıyla, “Sübhanallah! Kimdir bunlar ey Abbas?” di­ye sordu.

Hz. Abbas, “Re­sû­lul­lah! Etrafındakiler ise, ensar ve muhacirler!” diye cevap verdi.[53]

Ebû Süfyan’ın dehşeti daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi; kendisini tutamayarak, “Kardeşinin oğluna ne kadar büyük bir saltanat verilmiş; hiçbir hükümdarda gör­mediğim bir saltanat!” dedi.

Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, peygamberliktir!” diye tas­hih etti.

Ebû Süfyan da, “Evet, peygamberliktir!”[54]diyerek kanaatini düzeltti.

Ebû Süfyan, artık bu haşmetli, nurani, bir tek kalp halinde çarpan, tek el ha­lin­de kalkan, tek ses halinde yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı ko­ya­mayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını iyice anlamıştı: “Ey Ab­bas! Ben şu âna kadar böyle bir ordu, böyle bir cemaat görmedim!”

Bundan sonradır ki Mekkeli müşriklere hem haber ver­mek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatte bulunmak üzere Ebû Süfyan’ın Mekke’ye gitmesine müsaade edildi.[55]

Ebû Süfyan, Mekke’de

Ebû Süfyan, süratle Mekke’ye vardı, Müslüman olduğunu açıkladı; “Ey Ku­reyşliler! İşte, Muhammed! Karşı koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman olunuz da selamete eriniz!” dedi;[56]sonra da, “Kim, Ebû Süfyan’ın evine girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip kapısını üzerine ka­parsa, o emindir! Kim, Mescid-i Haram’a girer sığınırsa, o emindir!” diye olanca sesiyle bağırdı.[57]

Fakat müşrik ileri gelenleri, hatta karısı Hind, bu davranışı karşısında Ebû 

Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yenigolcuk.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.